Blog

  • EMİN AĞA …

    Bu hikâye Erkan Karadaş’a aittir. 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. İzinsiz kopyalanamaz, çoğaltılamaz, yayımlanamaz. Alıntı yapılması durumunda erkanhikaye.com adresi kaynak gösterilmelidir.


               EMİN AĞA …

    Gün yeni ağarmıştı. Otuz kadar atlı, tepeden aşağıya toz duman içinde indiler. Hedef belliydi: Emin Ağa’nın konağı. Emin Ağa, o bölgenin ağasıydı. Halkın gözünde adaletin temsilcisiydi. Toprağı bilir, töreyi taşırdı.

    Tepeden inenler, o dönemin en büyük eşkıya grubu Çakır Saraylı’ydı. Konağı bir hışımla bastılar. Emin Ağa, oğulları İsmail ve Ahmet’le birlikte silaha sarıldı. Çatışma amansızdı. Eşkıya, konağın altını üstüne getirdi. Ne buldularsa aldılar: para, altın, silah… Her şey yağmalandı.

    Ahmet, bu olayı içine sindiremedi. Ağa oğlu olmak kolaydı; ama ağa gibi yaşamak zordu. Gurur, kan gibi akardı damarlarında. Şehre gitti. Çakır Saraylı’yı buldu. Eşkıya, eşkıyalığını yaptı. Takip ettiler, öldürdüler. Sonra haber saldılar: “Gel, oğlunu al.”

    Emin Ağa gitmedi. Halil’le Arife’yi gönderdi. Çünkü bu topraklarda ölüm, bir hesaplaşmaydı. Ahmet’in ölümü, sadece bir oğul kaybı değil; düzenin, adaletin, halkın vicdanının sınavıydı.

    Köyün üstüne çöken sessizlik, bir cenaze haberiyle değil; bir düzenin çatırdayışıyla delinmişti. Ahmet, Emin Ağa’nın gözünün nuru, gururunun gölgesiydi. Şehirde bir eşkıyaya kurban gitmişti. Ama bu ölüm, ne bir sokak kavgasıydı ne de kaderin cilvesi. Bu, toprağın, törenin, adaletin sınandığı bir andı.

    Emin Ağa, yılların ağasıydı. Toprağın dilini bilirdi, halkın suskunluğunu okurdu. Oğlunun ölüm haberini aldığında, gözleri karardı. Ama gitmedi. Gitmek, eğilmekti. Gitmek, düzenin önünde diz çökmekti. Halil’i gönderdi. Yanına da Arife’yi kattı. Kadın dediğin, acıyı taşır ama ses etmezdi. Bu cenaze, bir kadının sessizliğiyle taşınmalıydı.

    Yola çıktılar. Şehir, köyün aksine gürültülüydü. Herkes konuşur, kimse dinlemezdi. Çakır Saraylı’nın adı sokaklarda yankılanıyordu. Eşkıya, Ahmet’i bir köşe başında vurmuştu. Sonra da haber salmıştı: “Gel, oğlunu al.”

    Halil’in içi yanıyordu. Ama ağanın emri açıktı: “Sessizce al, getir.” Arife başını eğmişti. Kadınlar ağlamazdı bu topraklarda. Ağlarsa, düzen bozulurdu. Cenazeyi aldılar. Ama şehir, köye benzemezdi. Her adımda bir göz, her sokakta bir hesap vardı.

    Köye döndüklerinde, Emin Ağa mezarın başında dikildi. Ne bir gözyaşı, ne bir feryat. Sadece bir bakış. Toprağa değil, düzene. Çünkü Ahmet’in ölümü, bir oğul kaybı değil; bir düzenin sorgusuydu. Ağa olmak kolaydı. Ama adil olmak, halkın vicdanında yer bulmak zordu.

    O gün köy sustu. Çünkü ölüm konuşmuştu. Ve konuşan, sadece Ahmet’in bedeni değil; halkın içindeki adalet arzusuydu.

    ***
    Emin Ağa, Osmanlı’nın son demlerinde devletin sesi olmuştu köyde. Vergi zamanı geldi mi, köylü konağın önünde sıraya girerdi. Ama bu sırada bir korku değil; bir düzen vardı. Emin Ağa, sadece devletin tahsildarı değil; halkın gözü, kulağı, vicdanıydı. Her kuruş deftere yazılır, mühürlenir, İstanbul’a gönderilirdi. Kimse “Ağa yedi” demezdi. Çünkü Emin Ağa, yemeyi bilmezdi; yedirmeyi bilirdi.

    Konağın altında bir oda vardı. Taş duvarlı, ocaklı, sedirli. Adı köy odasıydı. Ama o oda, sadece köyün değil; yolun, gurbetin, misafirin odasıydı. Her öğün yemek çıkardı. Kimse “Nereden geldi?” demezdi. Gelen, Allah’ın misafiriydi. Ağa, o odaya girmezdi. Ama her sabah ocak başındaki kadına sorardı: “Bugün kaç kişi doydu?” Çünkü doyurmak, ağalık kadar mühimdi.

    Ahmet’in ölümüyle birlikte, köy odasında da bir sessizlik çöktü. Ocak yanıyordu ama tencere kaynamıyordu. Çünkü bu topraklarda ölüm, sadece bir bedenin toprağa verilmesi değil; bir düzenin sorguya çekilmesiydi. O gün, Emin Ağa köy odasının kapısını açmadı. Halil’e dedi: “Bugün yemek yok. Bugün toprak konuşacak.”

    İsmail, kardeşinin mezarına her gün gitti. Ama ağlamadı. Ağlamak, bu topraklarda kadına mahsustu. Arife, her sabah mezarın başına bir tas su döktü. Sessizce. Kadın, acıyı taşır ama dillendirmezdi. Mezarlıkta bir taş vardı. Üzerinde sadece bir kelime: “Ahmet.” Ne doğum tarihi, ne ölüm… Çünkü bu topraklarda ölüm, takvimle değil; töreyle yazılırdı.

    Köyde çocuklar sessiz oynuyordu. Gençler kahveye gitmiyordu. Herkes biliyordu: Ahmet’in ölümü, bir eşkıya kurşunundan öteydi. Bu, halkın vicdanına sıkılmış bir kurşundu. Ve o vicdan susmazdı. Emin Ağa, her akşam köy odasının önünde oturur, toprağa bakardı. Konuşmazdı. Ama herkes bilirdi: Ağa, düzeni tartıyordu. Çünkü ağalık, sadece toprakla değil; halkla, töreyle, vicdanla ölçülürdü.

    Köy, dağın eteğine yaslanmıştı. Rüzgârı sert, toprağı inatçıydı. Ama Yörükler severdi böyle yerleri. Çünkü inatçı toprak, inatçı insan isterdi. 1200’lü yıllarda, Selçuklu’nun batıya uzandığı vakitlerde, bir oba geldi bu dağların yamacına. Adı bilinmezdi. Başlarında Kara Ali vardı. Yörük’tü. Atı vardı, yayı vardı, ama en çok da töresi vardı.

    Kara Ali, dağın göğsüne çadırını kurduğunda, “Bu toprak bizimdir” demedi. “Bu toprak bizi sınar” dedi. Yörük, toprağı sahiplenmezdi; toprağa hizmet ederdi. İlkbahar geldiğinde, keçiler dağa yayıldı, kadınlar tandır kurdu, çocuklar taşlardan oyuncak yaptı. Oba, zamanla evlere dönüştü. Ama evlerin duvarı taştan değil; töreden örülmüştü.

    Köyde ne kadı vardı ne de zaptiye. Ama herkes bilirdi: Haksızlık edersen, dağ seni tutmaz. Çünkü dağ, adaleti severdi. Kara Ali’nin torunları zamanla ağalık düzenini kurdu. Ama bu ağalık, şehirdeki gibi değildi. Ağa, halkın önünde diz çökmezdi; halkın yükünü omuzlardı. Her düğün bir toydu. Her ölüm bir hesaplaşma. Her doğan çocuk, toprağın yeni emaneti.

    Yörük kanı kolay durmazdı. Ama bu köy, Yörük’ü durdurmuştu. Dağ, rüzgârıyla konuşur; toprak, sabanla dua ederdi. Zamanla oba köye dönüştü. Camisi yapıldı, çeşmesi aktı. Ama köy odası hep vardı. Yörük, misafiri Tanrı’dan bilirdi, Emin Ağa’nın dedesi, o köy odasını taşla değil, dua ile kurmuştu. Her gelen, bir tas ayran içer; bir dilim ekmekle doyardı. Kimse “Nereden geldin?” demezdi. Çünkü gelen, bu toprağın sınavıydı.

    Moğol istilası geldi, köy direndi. Osmanlı kuruldu, köy vergi verdi. Celali isyanları geçti, köy susmadı. Her dönemde bir ağa çıktı, ama her ağa önce halkın duasını aldı.

    Emin Ağa’nın babası, “Ağa olmak yetmez, bilmek gerek” dedi. Çünkü bu köy, sadece keçi güden değil; töreyi taşıyan bir köydü.

      Aradan bir yıl geçmişti. Ahmet’in mezarındaki taşı hâlâ tek kelimeydi: “Ahmet.” Ama köydeki sessizlik, artık yas değil bir hazırlıktı. Çünkü dağ, bir şey fısıldıyordu. Toprak, bir şey bekliyordu. Ve Emin Ağa, o sabah köy odasının kapısını açtı. Halil’e dedi: “Bugün yemek var. Bugün yol var.”

    O gün, köy odasına üç kişi geldi. Üzerlerinde yıpranmış asker ceketleri, gözlerinde Anadolu’nun yangını vardı. Kuvvâ’dan gelmişlerdi. Ne emirle, ne davetle. Sadece bir umutla. “Ağa,” dediler, “vatan yanıyor. Biz, yangını söndürmeye geldik.”

    Emin Ağa, sedire oturmadı. Ayakta dinledi. Sonra toprağa baktı. “Ben,” dedi, “bu toprağın dilini bilirim. Bu toprak, ne zaman susarsa, bir şey anlatır. Ahmet sustu. Ama ben duydum.”

    Kuvvâ ne para istedi ne asker. Sadece bir söz: “Yanımızda mısın?” Emin Ağa, konağın altındaki sandığı açtı. İçinden bir heybe dolusu altın çıkardı. “Bu, Ahmet’in kanıdır. Bu, halkın duasıdır. Bu, toprağın cevabıdır.”

    O günden sonra, köy odasında sadece misafir değil; mücadele doydu. Her gelen, bir haber getirdi. Her giden, bir umut taşıdı. Emin Ağa, artık sadece bir ağa değildi. O, Anadolu’nun sessiz direnişiydi. Her sabah ocak başındaki kadına sordu: “Bugün kaç kişi doydu?” Ama artık bir şey daha ekliyordu: “Kaç kişi yola çıktı?”

    Kuvâ ile tanışmak, Emin Ağa için bir karar değil; bir kaderdi. Çünkü bu topraklarda kader, sadece yazılmazdı; yaşanırdı.

      Kuvâ-yı Milliye, Anadolu’nun işgale karşı ilk refleksiydi. Silahı olan silaha, sözü olan söze sarıldı. Ama bir de sessiz direniş vardı: Toprağın, törenin, halkın direnişi. Emin Ağa, bu sessizliğin sesi oldu.

      Her ay bir heybe dolusu para gönderirdi Kuvâ’ya. Ama bu, zenginliğin değil; halkın rızasının parasıydı. O altınlar, paralar köylünün duasıyla mühürlenirdi. Deftere yazılır, mühürlenir, Halil’le yola çıkardı. Çünkü Emin Ağa, “vermek” fiilini sadece maddi değil; manevi bir borç olarak görürdü.

      Konağın altındaki köy odası, artık sadece misafir değil; bilgi taşıyanların durağıydı. Dağdan gelen çoban, şehirden dönen tüccar, hepsi bir şey fısıldardı. Emin Ağa dinlerdi. Her bilgi, bir taş olurdu Kuvâ’nın yoluna. O, ne ajan ne de casustu; ama halkın gözünü kulağını Kuvâ’ya taşıyan bir köprüydü.

      Kuvâ’nın bazı birlikleri köyden geçerken, konakta konaklar ama Ağa sofraya oturmazdı. Sadece bir soru sorardı: “Yolunuz nereye?” Çünkü yolun yönü, halkın kaderiydi. Emin Ağa, bu kaderin pusulasıydı. Gençleri teşvik eder, yaşlıları teskin ederdi. “Bu savaş, sadece silahla değil; sabırla kazanılır” derdi.

      Kuvâ, bazen sertti. Emirle gelir, sorguyla giderdi. Ama Emin Ağa, köydeki adaletin terazisiydi. Bir yanlış olursa, Kuvâ’ya mektup yazardı. “Bu toprak, haksızlığa dayanmaz” derdi. Kuvâ komutanları, onun sözünü dinlerdi. Çünkü onun sözü, halkın vicdanıydı.

     Emin Ağa’nın Kuvâ’daki rolü, bir komutanınki gibi harita başında değil; halkın arasında, toprağın üstünde, törenin gölgesindeydi. O, Anadolu’nun direnişini sadece desteklemedi aynı zamanda yaşattı.

                                 ***

       İstiklal Harbi’nin en çetin günleriydi. Batı Cephesi Komutanı, yanındaki kurmaylarla birlikte, gece vakti Emin Ağa’nın konağına geldi. Ne davul çalındı ne de haber salındı. Bu, tarihin sessizce yazıldığı bir buluşmaydı.

    Konağın taş duvarlı odasında, sedirin önünde bir harita serildi. Komutanlar, Anadolu’nun damarlarını konuştu. Hangi köy direnir, hangi dağ geçit verir, hangi ağa halkın yanında durur… Emin Ağa, sessizce dinledi. Çünkü onun sözü, zamanı geldiğinde toprağa düşerdi.

    Toplantı sabaha karşı bitti. Komutanlar kalktı. Ama Batı Cephesi Komutanı, çıkmadan önce konağın duvarındaki ceviz dolaba yaklaştı. Elini cebine attı, bir kurşun kalem çıkardı. Dolabın iç kapağına adını yazdı. Altına da bir cümle: “Bu evde milletin kaderi konuşuldu.”

     O günden sonra, o dolap açıldığında sadece tabak değil; bir hatıra görünürdü. Köyde kimse o yazıya dokunmadı. Çünkü o imza, bir mühürdü. Konağın değil; halkın, toprağın, törenin mühürüydü.

    Emin Ağa, o yazıya hiç bakmadı. Ama her sabah konağın önünde otururken, gözleri o odaya kayardı. Çünkü o gece, sadece bir toplantı değil; bir milletin vicdanı toplanmıştı.

     Şehir, sabahı görmemişti daha. Sokaklar, geceyi üstünden atamamış, taş duvarlar hâlâ uykudaydı. Ama karakolun avlusu uyanıktı. Orada bir hesap kapanacaktı. Çakır Saraylı’nın elleri arkadan bağlı, başı dik, gözleri uzaklara dalmıştı. Ne pişmanlık vardı yüzünde, ne korku. Çünkü eşkıyalık, onun için bir geçim değil; bir töreydi. Ama töre, halkın duasıyla değilse, dağ bile tutmazdı adamı.

    Zabitler, emir almıştı. “Asılacak.” Ne mahkeme ne savunma. Çünkü bu topraklarda bazı suçlar, deftere değil; vicdana yazılırdı. Ahmet’in ölümü, halkın yüreğine kazınmıştı. Ve o yürek, şimdi Çakır Saraylı’nın boynuna düğüm atıyordu.

    İdam sehpası, belediyenin arka avlusuna kurulmuştu. Ne kalabalık vardı ne de bağıran. Sadece birkaç adam, elleri cebinde, gözleri yerde. Çünkü bu ölüm, bir gösteri değil; bir hesaplaşmaydı. Bir düzenin, bir törenin, bir vicdanın cevabıydı.

    Çakır Saraylı, son kez konuştu. “Ben,” dedi, “dağın dilini bilirim. Ama şehir, başka konuşurmuş.” Sonra sustu. Cellât ipi geçirdi. Güneş, tam o anda doğdu. Sanki toprağın üstüne bir çizgi çekti. İp gerildi. Gökyüzü bir an durdu. Sonra her şey bitti.

    Ama dolapta hâlâ bir imza vardı. Konağın duvarında, hâlâ bir gölge. Ve köyde, hâlâ bir sessizlik. Çünkü Çakır Saraylı’nın ölümü, sadece bir eşkıyanın sonu değil; halkın vicdanında açılan bir yaraydı.

                     ***

       1946’nın ilkbaharıydı. Dağ hâlâ kar tutuyordu ama toprak uyanmaya başlamıştı. Köyde saban sesleri duyuluyordu. Fakat konağın avlusu sessizdi. Çünkü Emin Ağa, artık sedire oturmuyordu. O, yılların yükünü taşımış, halkın duasını sırtlamış, törenin gölgesinde yürümüştü. Şimdi ise, toprağın çağrısını duyuyordu.

    Ağa, son günlerinde konuşmadı. Ne bir öğüt verdi ne de bir vasiyet. Çünkü bu topraklarda bazı sözler, ağızdan değil; yaşanmışlıktan dökülürdü. Herkes biliyordu: Ağa gidiyor. Ama bu gidiş, bir ölüm değil; bir devrin kapanışıydı.

    Bir sabah, konağın kapısı açılmadı. Köy odasının bacası tütmedi. Çeşmenin başında kadınlar sessizdi. Gençler kahveye gitmedi. Çünkü köy, bir şeyin farkındaydı: Toprak, sahibini çağırmıştı.

    Mezar, köyün yamacına yapıldı. Ne taş kondu başına ne de yazı. Çünkü bu topraklarda bazı ölümler, takvimle değil; töreyle yazılırdı. Herkes geldi, ama kimse konuşmadı. Çünkü Ağa’nın ölümü, bir adamın değil; bir düzenin, bir vicdanın toprağa karışmasıydı.

    O günden sonra, köy odasında yemek çıktı ama Ağa’nın sorusu duyulmadı: “Bugün kaç kişi doydu?” Çünkü artık o soruyu toprak soruyordu. Rüzgâr estiğinde, dağdan gelen ses, Ağa’nın sesi gibiydi. Sessiz, ama derin…

    Köy, zamanla değişti. Ama konağın taşları hâlâ yerindeydi. Çünkü Emin Ağa, sadece bir insan değil; bir izdi. Ve o iz, taşta değil; halkın vicdanında kalmıştı.



    © 2025 Erkan Hikaye. Tüm hakları saklıdır. Bu sitede yer alan tüm içerikler, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. İzinsiz kopyalanması, çoğaltılması, yayımlanması veya herhangi bir dijital ya da basılı ortamda paylaşılması yasaktır. Alıntı yapılması durumunda erkanhikaye.com adresinin açıkça kaynak gösterilmesi gerekmektedir. Ticari kullanım için yazarın yazılı izni şarttır.

  •     KAYIP KEÇİ VE KAMU YARARI …

        KAYIP KEÇİ VE KAMU YARARI …

    Muhtarın oğlu İdris, üniversiteyi yeni bitirmişti. “Köye gideyim de dört yılın yorgunluğunu güzelce atayım. Sonrası Allah kerim,” dedi ve sırtını kitaplara, yüzünü köy yollarına döndü. Köye varınca önce anasıyla babasına sarıldı. Hal hatır soruldu, eski günler yad edildi. Sonra, “Bir köyü dolaşayım da kim ne olmuş, ben ne olmuşum,” diyerek dışarı çıktı.
    Okumuş adam ya, herkes İdris’e gıpta ile bakıyordu:
    — Ooo, hoş geldin İdris! Nasılsın bakalım?
    — Sen şimdi ne oldun?
    — İdris büyük adam olmuş ha!
    Sözler uçuşuyor, sorular yağıyordu. İdris de elinden geldiğince herkese cevap veriyor, kimseyi kırmamaya çalışıyordu. Epeyce dolaştı bahçeleri, tarlaları. Yorulunca içinden geçirdi: “Bir kahveye gideyim de bir yorgunluk çayı içeyim.”

    Kahveye girdi, selamını verdi:
    — Selamünaleyküm ağalar!
    Herkes selamı aldı:
    Aleykümselam… Len İdris, hoş gelmişsin! Nasılsın bakem? Muhtarın oğlu gelmiş ha!
    Kahveci Ali sordu:
    — Ne içicen İdris, ne getirem sana?
    Bir çay içeyim Ali abi, dedi İdris.
    Herkes İdris’i süzüyordu. Sanki film artisti gelmiş gibi, alıcı gözle bakıyorlardı. İdris çaydan bir yudum çekti. Tam o sırada Çoban Kamil sandalyesini çekti, yanına oturdu.

    Kamil, sandalyesini İdris’e iyice yaklaştırdı. Gözlerini kısarak baktı, sanki bir bilmece soracak gibi:
    — İdris, sen şimdi dört yıl okudun ya…
    — Evet Kamil amca.
    — Peki, bu dört yılda devlet ne okudu?
    İdris afalladı:
    — Nasıl yani?
    — Yani sen bizi anlamak için mi okudun, yoksa biz seni anlamayalım diye mi?
    Kahvede bir uğultu oldu. Kahveci Ali gülerek araya girdi:
    — Kamil gene kafayı çalıştırdı ha!
    Kamil devam etti:
    — Bak İdris, sen şehirde anayasa okudun. Biz burada yağmur duasına çıktık.
    — Evet…
    — Sen kamu yönetimi öğrendin. Biz hâlâ tapu dairesine nasıl gidilir onu bilmiyoruz.
    — Doğrudur…

    — Sen diploma aldın. Biz hâlâ “dilekçe”yi “dilek içeceği” sanıyoruz.
    İdris gülmeye çalıştı ama Kamil’in yüzü ciddiydi.
    — Şimdi soruyorum sana: Senin okuman bizim derdimize çare mi, yoksa yeni bir dert mi?
    İdris sustu. Çayından bir yudum aldı. Bu sefer çayın tadı biraz buruk, biraz da acı geldi. Kamil’in sorusunu duyunca önce gülümsedi. Ama bu gülümseme, çayın buharı gibi çabuk dağıldı. Cevap vermek kolay değildi. Kahvedeki sessizlik, onun düşüncelerini bastırır gibi oldu. Sonra gözlüğünü düzeltti, hafifçe öksürdü ve konuştu:
    — Vallahi Kamil amca, biz şehirde devleti nasıl yöneteceğimizi öğrendik. Ama kimse bize köyü nasıl anlayacağımızı öğretmedi.
    Kamil başını salladı:
    — Demek sen devleti yöneteceksin ama keçiyi bulamayacaksın?
    İdris devam etti:
    — Kitaplarda hep “vatandaş” yazıyor. Ama sizin gibi çobanı, kahveciyi, yağmur duasına çıkan köylüyü hiç anlatmıyor.
    — E biz de vatandaş değil miyiz?
    — Siz vatandaştan önce insansınız. Ama kitaplar insanı unutur, sadece sistemi anlatır.
    Kahvedekiler sessizdi. Kahveci Ali, çaydanlığın altını kıstı.
    — İdris, dedi, sen şimdi bu köye döndün ya…
    — Evet.
    — O zaman bize sistem değil, çare getir.
    İdris başını eğdi:
    — Belki de en büyük çare, sizinle yeniden okumak. Bu sefer kitap değil, hayatı.
    Kamil gülümsedi:
    — O zaman ilk ders: keçi hâlâ kayıp. Bulursan mezun sayarız seni.
    Kahkaha koptu. Ama bu kahkaha, içinde biraz hüzün, biraz umut taşıyordu…

    Kamil, cebinden buruşturulmuş bir kâğıt çıkardı.
    — İdris, sen okumuş adamsın. Şu bizim kayıp keçi için bir dilekçe yaz da jandarmaya vereyim.
    İdris gözlüğünü taktı, ciddileşti.
    — Tamam Kamil amca, ne yazayım?
    Kamil düşündü.
    — “Benim keçi kayboldu. Gören varsa haber etsin.”
    — Bu dilekçe değil, ilan olur.
    — E bizde dilekçe ilan gibi zaten. Devlet bizi görmüyor, biz de ona sesleniyoruz.
    İdris gülümsedi.
    — Tamam, resmi dille yazayım: “Tarafıma ait bir adet keçi, 23 Eylül tarihinde kaybolmuştur. Gerekli işlemlerin yapılmasını arz ederim.”
    — Güzel oldu. Ama keçinin özelliklerini de yaz.
    — Ne gibi?
    — Mesela keçi inatçıdır. İnsan görünce kaçmaz ama jandarma görünce kaçabilir.
    — Kamil amca, bu dilekçeye girmez.
    — Girmezse bulamazlar. Bizim keçi devlet memuruna karşı alerjik.
    Kahvedekiler gülmekten kırıldı. Kahveci Ali araya girdi:
    — İdris, sen bu dilekçeyi yaz, biz de altına imza atalım. Belki toplu dilekçe olursa devlet ciddiye alır.
    İdris yazdı.
    Kamil imzaladı. Ardından kahvedeki herkes sıraya girdi:
    — Ben de keçi kaybettim.
    — Ben de tavuk.
    — Ben de umut!
    İdris, son dilekçeye baktı: “Köy halkı olarak kaybettiklerimizin bulunmasını arz ederiz.” Altında on beş imza vardı. En altta da şu not yer alıyordu: “Bulunmazsa, biz de kendimizi kaybedeceğiz.”

    İdris, elinde dilekçelerle karakolun kapısından içeri girdi. Ardında Kamil, yaşlı Mehmet Efendi ve dilekçeye imza atan diğer köylüler vardı. İçeri girer girmez bir astsubay bağırdı:
    — Ne bu kalabalık?
    — Kayıp keçi için geldik, dedi Kamil.
    — Hepinizin mi keçisi kayıp?
    — Hayır, bizimki kaybolunca herkes kendi kaybını hatırladı.
    İdris öne çıktı.
    — Komutanım, köyümüzde bir adet keçi kayboldu. Dilekçemizi sunmak istiyoruz.
    — Keçi şahıs değildir, dilekçeyle aranmaz.
    — Ama bu keçi, köyün en akıllısıydı.
    Nasıl yani?
    — Geçen seçimde sandığa gitti ama oy kullanmadı. Sessiz protesto yaptı.
    — Bu keçi hangi partiden?
    — O, halktan. Ama halkın sesi duyulmayınca dağa çıktı.
    Komutan birden ciddileşti:
    — Benimle maytap mı geçiyorsunuz?
    Kamil araya girdi:
    — Komutanım, bu keçi bizimle büyüdü. Sütüyle çocuk büyüttü, yünüyle kış geçirtti. Şimdi kayıp.
    — Peki, kim gördü en son?
    — En son tapu dairesine doğru gidiyordu.
    — Tapu dairesine mi?
    — Evet. Arazisi elinden alınmıştı, hakkını arıyordu.
    — Ne arazisi?
    — Otlağı, komutanım.
    Komutan sustu. Dilekçeye baktı. Altında on beş imza, bir de not: “Bulunmazsa, biz de kendimizi kaybedeceğiz.”

    Komutan başını kaldırdı:

    — Tamam, dilekçeyi alıyorum. Ama bu keçi bulunursa, köydeki en akıllı kimse o sayılır.
    — Zaten öyleydi, dedi Kamil. Biz onu kaybettik, çünkü bizden akıllıydı.
    İdris ve köylüler jandarmadan dönmüştü. Dilekçeyi vermişlerdi ama umutları dilekçenin altındaki imzalar kadar karışıktı. Kahveye girer girmez kahveci Ali sordu:
    — Ne oldu İdris, keçi bulundu mu?
    — Henüz değil Ali abi. Ama komutan dilekçeyi aldı, inceleyecekmiş.
    — Bizim keçi incelenmeden bulunmaz zaten. O da sisteme girdi.
    Kamil sandalyesini çekti, yine İdris’in yanına oturdu:
    — İdris, sen şimdi bu dilekçeyi verdin ya…
    — Evet.
    — Peki, devlet bizim keçiyi bulursa, bize mi verir, yoksa “kamulaştırdık” mı der?
    İdris gülümsedi:
    — Kamulaştırmazlar Kamil amca, ne kamulaştırması?
    — Emin misin? Geçen yıl bizim Ahmet’in tarlasını “kamu yararına” aldılar. Sonra oraya kamu tuvaleti yaptılar.
    — O başka mesele…
    — Değil. Bizim keçi o tuvaletin arkasında doğmuştu. Şimdi orası kamu alanı, keçi özel. Ama doğum yeri kamu. Ne olacak?
    Kahvedekiler gülmekten kırıldı. Yaşlı Mehmet Efendi bastonuyla yere vurdu:
    — İdris, sen bu köye döndün ya…
    — Döndüm efendim.
    — O zaman bize devletin dilini değil, bizim derdimizin tercümesini getir.
    Tam o sırada, köyün muhtarı  İdris’in babası  içeri girdi. Elinde bir kâğıt vardı:
    — İdris, jandarma aradı. Bir keçi bulundu. Ama kulak küpesi başka köydenmiş.
    — Yani bizim değil mi?
    — Belki bizimdi ama sistem onu başka köye yazmış.
    Kamil başını salladı:
    — Demek ki bizim keçi de göçmen oldu.
    — Hayır, dedi kahveci Ali, bizim keçi vatandaşlıktan çıktı.
    — O zaman biz de dilekçe verelim: “Keçimizi geri istiyoruz. Hem yününü, hem kimliğini.”
    İdris, çınarın altında tek başına oturuyordu. Elinde jandarmadan gelen son yazı: “Keçi bulunamamıştır. Arama çalışmaları kamu kaynaklarıyla sürdürülemez. Zira keçi, stratejik öncelikler arasında yer almamaktadır.”

    İdris yazıyı katladı, cebine koydu. Kamil yanına geldi, elinde bir ip:
    — Ne yapıyorsun Kamil amca?
    — Boş ip. Keçiyi bulursak bağlarız. Bulamazsak kendimizi bağlarız.
    İdris gülümsedi.
    — Keçiyi bulamayınca ne olacak?
    — O zaman köyü kaydettiririz: “Köyümüz kayboldu, bulan varsa haber etsin.”
    Kahveci Ali uzaktan seslendi:
    — İdris, sen bu köye umutla geldin. Şimdi neyle dönüyorsun?
    — Dilekçeyle geldim, dilekle dönüyorum.
    Kamil ipi yere bıraktı:
    — Bizim köyde dilekler dilekçeye sığmaz. Çünkü bizim dilekler keçi gibi: inatçı, özgür ve sistem dışı.
    Tam o sırada, köyün hoparlöründen bir anons duyuldu: “Dikkat! Gece saatlerinde köy sınırlarında bir keçi görülmüştür. Ancak kimliği belirsizdir. Lütfen kimliksiz keçilere yaklaşmayınız.”

    Köylüler sustu. İdris ayağa kalktı:
    — Demek ki artık keçiler bile kimliksiz.
    — Evet, dedi Kamil. Bizim gibi.






    Telif Notu

    Bu eser, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır. Eserin tüm fikrî ve mali hakları yazarı Erkan’a aittir. Yazarın izni olmaksızın eserin tamamı veya bir kısmı; çoğaltılamaz, yayımlanamaz, dağıtılamaz, dijital ortamlarda paylaşılmaz veya herhangi bir şekilde ticari amaçla kullanılamaz. Her türlü ihlal, hukuki ve cezai yaptırımlara tabidir.

  • Hello world!

    Welcome to WordPress. This is your first post. Edit or delete it, then start writing!